top of page

SPOT IŞIKLARI ALTINDA AHLAKİ BİR ÇÖKÜNTÜ - SPOTLİGHT ÜZERİNE

  • Yazarın fotoğrafı: Firari
    Firari
  • 21 Eyl 2024
  • 8 dakikada okunur

Spotlight 2015 yılında yönetmen Tom McCarthy tarafından çekildi ve 6 Aralık 2015’te vizyona girdikten sonra 2016 yılı 88. Akademi Ödüllerinde 6 dalda adaylıkla yerini buldu. Bunlar arasından En İyi Film ve En Özgün Senaryo dalında Oscar’ı kazanarak 2 ödülle geceyi kapatıp namını üst sıralara taşıdı. Ayrıca 69. Bafta Ödüllerinde de En İyi Özgün Senaryo ödülünü kazanarak yılın sansasyon yaratan filmleri arasına girdi.


Oyuncular arasında Mark Ruffalo, Michael Keaton, Rachel McAdams, Liev Schreiber, John Slattery, Stanley Tucci gibi yıldız isimler yer alıyor. McCarthy, daha önceden The Visitor, The Station Agent gibi bağımsız dram filmlerinin yönetmenliği ve senaristliği ile beyaz perdede saygınlık kazanan isimlerin arasına yükselmişken 2014 yılında Adam Sandler ile çektiği The Cobbler komedisi ile eleştirmenlerden geçersiz not alarak düşüşe geçmişti. Spotlight’ın kadrosuna baktığımız zaman yönetmenin burada bir yıldızlar geçidi oluşturarak gerçekten de spot ışıklarını kendi üzerine tekrar çekmek ve evrensel bir yaraya dokunacak bir konuyu senaryosunda işleyerek Akademi’de adından söz ettirmeyi garanti altına alıp beyaz perdede itibarını toparlamak istediği aşikar. Yani biraz da zamanlamasını düşününce tribünlere oynanmış bir film diyebiliriz Spotlight için. Fakat McCarthy her şeye rağmen amacına ve Spotlight ile dönemin zirvesine oturdu diyebiliriz.

Filmin teknik olarak incelemesine girecek olursak öncelikle filmde sinematografik açıdan bir uğraşı yok. Renk paleti ve kapsamlı bir görsellik için özenilmemiş. Ayrıca müziklere neredeyse hiç yer verilmemiş, yani sanat yönetmenliği açısından da pek bir uğraşı olduğu söylenemez. Sanırım yönetmenin burada bunu bir “sanat filmi” olarak görülmesinden ziyade konunun çarpıcılığını sadece senaryo ve oyunculuklar üzerinden tüm çıplaklığı ile izleyicinin yüzüne vurma isteği yatıyor. Fakat yine de bu isteğin diğer sinema nosyonlarının geride bırakılarak tek başına yapılmaya çalışılması, “çarpıcı bir sinema filmi” oluşturma konusunda filmi yetersiz bırakıyor. Ayrıca her ne kadar film En Özgün Senaryo dalında Oscar kazanmış olsa da yer yer senaryoda kopukluklar var, zaten film diyaloglar üzerine işlese de bazı noktalar da “bu sahneye nasıl bir anda gelindi?”, “az önceki sahne neden bir anda koptu?” vs gibi soruları izleyiciye sordurtuyor. Mesela 11 Eylül saldırısı nedeni ile taciz soruşturmasının ertelenmesi, filmde bu ertelemenin 6 hafta gibi bir zamanla süreceği söylense de o 6 haftalık süreç izleyiciye yansımadı. Veya 11 Eylül saldırısının, soruşturmanın ertelenmesinde yarattığı çöküntü etkisi tam olarak verilemedi. Sacha’nın ilk ulaşılan mağdur ile bu ertelenme nedeni ile yaşadığı tartışma sanki senaryonun arasına sıkıştırılmış gibi bir geçişgenlik etkisi verdi. Buna rağmen filmin En Özgün Senaryo dalında ödülü alması da sanki Akademi’nin, kendi ülkesinde geçmişte yaşanan bir skandalı bir vicdan muhakemesi ile iyileştirmeye çalıştığı düşüncesini izleyiciye veriyor. Bunların haricinde, üstte de bahsettiğim üzere filmin, bir araştırma süreci anlatıldığı dolayısıyla diyaloglar üzerinden ilerlemesi nedeniyle filmde çokça ikili sahnelere tanık oluyoruz. Buralarda kamera açısı geniş tutulmak yerine neredeyse her diyalogta kamera, konuşan kişilere bireysel olarak odaklanmış, yani yönetmen diyaloglara bizzat izleyiciyi dahil ederek karakterlerle birebir konuşma sağlanıyormuş hissi yaratıp yaşanan durumu izleyiciye en derin şekilde hissettirmeye çalışmış. Bu sayede kurgu bir akıcılık kazanıyor. Ama yine de diyebiliriz ki film üstte anlatılan eksiklikler ile aslında öyle aman aman Oscar’lık bir film değil. Çünkü filmde beyaz perdenin tüm nosyonları etkin kullanılmadığı için film bir noktada eksik kalıyor.



Gelelim filmin konusuna. Film The Boston Globe gazetesinin Spotlight isimli ekibinin, gerçek bir olaya dayanan, kilisede çocuklara yönelik istismar vakalarını araştırmasını anlatıyor. Bahsi geçen gazetenin editörlük pozisyonuna şehir dışından Marty Baron isimli bir yahudi geliyor. Daha önceden köşe yazısı olarak haber yapılan ve daha sonra üzerine hiç düşülmeyen bu konuda ekibe araştırma yapılması ve konunun açığa çıkarılması görevini veriyor. Ekip ilk başta bu göreve karşı çıksa da (“Kiliseye dava mı açacaksın? Kilise bize savaş açacak. Okuyucularımızın yüzde elli üçü Katolik”) daha sonra araştırma süreci başlıyor ve konu eşelendikçe altından koskoca bir sistem çürümesi çıkıyor.



Filmin açılış sekansında bir polisi karakolda kameraya arkası dönük şekilde yürürken görüyoruz. Daha ilk sahneden yönetmen, totaliter sistemi temsil eden bu polisi izleyiciye sırtı dönük göstererek totaliter rejimlerde iktidar - halk arasındaki çatışmayı gösteriyor ve iktidar öznelerinin sömürdükleri halka sırtlarının daima dönük olduğu mesajını veriyor. Bahsi geçen polis, karakolda bir başka polisin yanına giderek içerideki bir odada kilise tarafından istismar edilmiş bir kadının ağladığını anlatıyor. O esnada bölge savcı yardımcısı odaya gelerek basını soruyor ve bu polis “onu da yolladık” cevabını veriyor. Diğer polis, savcı yardımcısı gittikten sonra “bu suçlamalardan sonra basını uzak tutmak zor olacak” serzenişinde bulunurken esas polis sarkastik bir gülümseme ile “ne suçlaması” diyerek olayın zaten hiç açılmayacağı mesajını verip “pedere onu bırakacağımızı söyle” diyor. İlk sahneden kolluk, yargı ve ruhban sınıfı öznelerinden oluşan bu iktidarın totaliter bir rejime dönüşerek halk üzerinde ne denli etkin bir gücü olduğunu anlayabiliyoruz. Tanıdık geldi, değil mi? Durun, dahası var.



İkinci sahneye geçtiğimizde istismarcı peder mağdur kadın ile konuşurken kilisenin toplum için ne denli iyi şeyler yaptığından bahsediyor. Zaten filmin ilerleyen sürecinde de kilise tarafından sürekli kilisenin topluma ne kadar faydalı bir kurum olduğundan, kilise içinde yaşanan bu istismar vakalarının üstünün örtülerek, basına yansımış küçük küçük haberlerin kilise içinden çıkan sadece birkaç çürük elma olduğundan bahisle bu çürük elmaların kilisenin bugüne kadar toplum için yaptığı onca iyiliği kirletmemesi gerektiği ve kilisenin hala Tanrının yüce bir kurumu olduğu savunması yapılıyor. Tıpkı 2016 yılında Türkiye’de de, iktidarın halk içindeki bir kolu ve dini bir kurum olan Ensar Vakfında yaşları 9-10 aralığında olan 45 çocuğa (basına yansıyan sayı) tecavüz edildiğinde sayın Aile Bakanımız Sema Ramazanoğlu’nun konuya ilişkin; “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana

çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” savunmasını yaptığı gibi. Yani

dünyanın sözde en özgürlükçü ülkesinde veya Ortadoğunun bir ülkesinde de olsanız konu

dini otorite organlarının sarsılmaz bütünlüğüne geldiği zaman, bu otorite organlarının din fark

etmeksizin aynı söylev altında buluştuğunu görebilirsiniz. Max Weber’in sınıflandırdığı

geleneksel otorite işte budur. Dünyanın herhangi bir yerinde, kaynağını herhangi bir inanç veya görüşten alan geleneksel otorite, sarsılmaya başladığını hissettiği ilk anda, o ana kadar halka antitez olarak aşıladığı diğer geleneksel otoriteler ile ağız birliği yapacaktır. Çünkü bütün otoriteler aynıdır ve kaynaklarını halkın geleneksel damarlarının manipülesinden alır.



The Boston Globe gazetesine yeni bir editör olarak gelen Marty Baron bir yahudidir, ki bu

durum da, filmde de yer verildiği üzere bütün olaylara dışarıdan objektif bir 3. göz olarak

bakmasını sağlar. Çünkü Boston halkının ve gazetenin okuyucu kitlesinin neredeyse

yarısından fazlası katolik hristiyandır ve istismarcı kilise de katolik kilisesidir. Zaten kilisenin toplum üzerinde büyük bir saygınlığı varken önceden çıkan istismar haberleri de halk

arasında yankı uyandırmamış ve üstü “halkın suskunluğundan” da yararlanılarak rahatlıkla

kapatılmıştır. Burada haberlerin üstünün örtülmesinin sebebi sadece kilisenin otoriter baskısı da değildir, son sahnelere doğru editör yardımcısı Walter Robby’nin “peki ya biz ne yaptık?”diye çıkışının altında, The Boston Globe gazetesine mağdurların ve mağdur avukatlarından birinin bu vakaların resmi kayıtlarını seneler öncesinden göndermesi fakat gazetenin bunun üzerinde hiç durmaması vardır. Böylelikle halkın da bilinçli olarak bu olayların üzerine gitmeyişi ve zımni kabullenişi kiliseyi rahatlatmıştır. Çünkü toplumsal ilişkilerin geleneksel inançlar üzerine örüldüğü bir toplumda bu örüntüyü kıracak bir durum ne pahasına olursa olsun dışlanır. Bu durumda elbette suç toplumdan bağışık düşünülemez ve toplum suçu bu örüntü ile birlikte beslemeye başlar. Mitch’in ifade ettiği gibi: “bir çocuğu büyütmek için bir toplum gerekiyorsa onu taciz etmek için de bir toplum gerekir.”



Buna ülkemizden somut bir örnek verecek olursak 8 yaşındaki Narin Güran cinayetinde,

cinayetin işlendiği köyün cinayete gerek asılsız ihbarlar, gerek çelişkili ifadeler, gerek delil

karartmalar, suskunluklar ve daha nice durumla iştirak etmesini söyleyebiliriz. Tıpkı Kırmızı

Pazartesi adlı eserinde Marquez’in, herkesin işleneceğini bildiği bir cinayete, geleneklere

bağlı bir örüntü içerisinde göz yummasını anlattığı gibi. İşte bu örüntüyü kırabilmek için ona hiç dahil olmamış birisinin varlığı gerekmektedir ve Baron tam da bu kişidir. İşe başladığı ilk andan itibaren bu haber üzerinde durur ve ilk toplantısını bunun üzerine yapar. Bu toplantının önemli kısmı da toplantı sonunda Michael’in kiliseye karşı açılacak bir davada başarılı olunup olunamayacağı sorusudur ki aldığı cevap da zaten “hakimin kim ve hangi mahalleden olduğuna bakar” olur. Sonrasında da hakimin katolik bir kadın olduğu ortaya çıkacaktır. Ne yani, özgürlükler ülkesinde görülecek bir dava hukukun üstünlüğüne göre değil de hakimin mahallesine göre mi belirlenecektir? Yoksa siz üstünlerin hukukuna karşı demokrasi getirilmek istenen (!) bir Ortadoğu ülkesi misiniz? Hadi canım oradan. Görüldüğü üzere geleneksel otorite öyle bir rejimdir ki dünyanın en iyisi denilen bir ülkede olsanız dahi sıradan bir arka mahallede bile karşınıza çıkar. Ama 3. göz burada öyle bir duruş sergiler ki geri adım atmaz. Bu iş çözülecektir.



Daha sonra ekip geçmiş davaları araştırmaya başladıkça mağdurların avukatına ulaşır. Burada

2 avukat vardır. Birisi tıpkı Baron gibi bir yabancı olan Ermeni asıllı Mitch Garebadian’dır fakat davayı aldığı zamanlar kilise tarafından barodan atılmakla 3 defa tehdit edilmiş, davada

ilerlemesine izin verilmemiş ve önü kesilmiştir. Diğer avukat olan Eric Macleish ise mağdurların mağduriyetinden öylesine faydalanmıştır ki şikayetçi olmamaları için çok cüzi sayılar karşısında kilise ile anlaşıp dava bile açmamıştır. Bu anlaşma kayıtları gizli tutulmuş, tacizci pederlerin sahte kodlarla ataması yapılarak sadece yer değişikliği ile sorun

çözülmüştür. Kilisenin sistemi budur. Pederler 2-3 yılda bir yer değiştirir, konu basına yansımaz, arada ufak tefek söylentiler olursa kardinal özür diler ve konu kapanır. Baron bu sistemi araştırma sürecinde fark eder ve artık ana hedefi, konuyu ortaya çıksa da kilise tarafından üstü kapatılacağı aşikar olduğu için kilisenin bu sistemini çökertmektir. Yakanılan bu nokta çok önemlidir: Sinekleri yakalamak değil bataklığı kurutmak. Sistemi baştan yıkmak.



Spotlight ekibi mağdurlardan bir tanesine ulaşır. Mağdurun ifadeleri burada oldukça acı verici bir gerçektir. Replik aynen şöyledir: “Yoksul bir aileden geliyorsanız din sizin için önemlidir ve bir rahibin size ilgi göstermesi çok önemli bir şeydir. Sizden ortalığı falan toplamanızı isterse kendinizi özel hissedersiniz. Sanki Tanrı sizden yardım istemiş gibidir. Bu yüzden müstehcen bir fıkra anlatması size garip gelse de bu aranızda bir sır olur ve ona ayak

uydurursunuz. Sonra size porno dergisi gösterir, ona da uyarsınız.Uyarsınız, uyarsınız. Ta ki bir gün sizden onu elle boşaltmanızı ya da ağzınıza almanızı isteyene kadar. Sonra bunu da

kabul edersiniz çünkü sizi kapana kıstırmıştır. Çünkü sizi o yola sokmuştur. Tanrıya nasıl

karşı gelebilirsiniz ki? O yüzden bunun sadece fiziksel taciz değil manevi bir istismar olduğunu da anlamalısınız. Çünkü bir rahip size bunu yaptığında inancınızı elinizden alır. İçkiye ya da uyuşturucuya başvurursunuz. Bunlar işe yetmezse köprüden atlarsınız.” Böyle kurumların misyonlarını yönelttikleri hedef kitlenin neden özellikle arka mahallelerde yaşayan yoksul aile çocukları olduğunun en net ifadesidir bu cümleler. İstismar ortamı sinsice kademe kademe hazırlanır. Bir başka mağdur olan Joe ise yaşadıklarını şu şekilde aktarıyor:

“Bana başından beri çok iyi davranıyordu. Gay olduğumu fark etti ve bunu kullanmaya çalıştı fakat engel olamadım. Çıplak poker oynarsan kendini iyi hissedersin dedi. Kimseye açılamıyorken rahip bunu fark eden ve önemli değil diyen tek kişiydi fakat seksle böyle tanışmak çok ürkünçtü. Bu olay beni mahvetti, artık temizim ama her şeyin başlangıcı böyleydi.” Diğer mağdurlarla konuşulduğunda da hepsinin ortak bir yönü ortaya çıkar; ilgisiz veya dağılmış bir aile, yoksulluk vs. Çünkü tüm bunlar çocukların arkasında duracak bir ailenin de olmayışı ile çocukların manipülasyonu ve istismarı için en uygun ortamdır. Burada başka bir mağdurun verdiği ifade durumu net şekilde anlatmaktadır: “Olanları anneme anlattığım zaman peder eve annemle konuşmaya geldi. Annemin tek yaptığı ise ona kurabiye ikram etmekti.” Sahip çıkılmayan ve istismar edilen bir çocuklukta sevgiye, masumiyete ve insanlığa olan inanç öylesine kaybolur ki zihin artık kendini kötülüğe teslim eder. Bu bazen kişinin alkol veya uyuşturucu bağımlılığı ile kendine yaptığı kötülük olur, bazense Sacha’nın konuşmaya gittiği istismarcı pederlerden birinin ifade ettiği gibi: “Onunla oynaştım ama zevk almadım. Zaten tecavüz de etmedim. Ben tecavüzün ne olduğunu bilirim çünkü ben de tecavüze uğradım.” diyerek yaşanılanları bir kötülük silsilesi haline getirip çevreye yaptığı kötülük olur. Böylelikle artık bir toplum çürümesi başlamıştır. Çünkü kötülük asla yapıldığı haliyle tek başına kalmayacaktır.



Filmin sonları doğru araştırmaların hızlanmasıyla birlikte ardı ardına geçen yoğun çalışma temposundaki sekanslar kilisenin çocuk korosunun sesi altında sunuluyor. Burada bu çalışmanın kilisenin otoritesine karşı ve yine kilisenin öznesi yaptığı çocukları korumak için verilen bir mücadele olduğu mesajı zihinlerde yer buluyor.



Filmin genel olarak konusu ve işleyişini anlattıktan sonra toparlayacak olursak; gücünü geleneksel otoriteden alan iktidar özneleri; gerçekleri saptırmak, saklamak, manipüle etmek vb. yöntemlerle toplumun dağılma ve geleneklerini kaybetme korkularını tetikleyerek, ortaya çıkarılan çaresizlik duygusuyla toplumu yönlendirir. Bu yönlendirme bir noktadan sonra öyle bir hal alır ki mağduriyeti yaşayan özne bile yaşadığı travmayı filmde de altı çizildiği gibi sadece “istismar” diyerek hafifletir ve suçu kendisi ile özdeşleştirerek yaşamaya devam eder veya üstte de anlattığım üzere “ben de tecavüze uğramıştım” diyerek normalleştirir ve tüm bu süreç toplumsal bağların zayıflamasıyla birlikte, toplumun kaybetmekten çok korktuğu geleneksel bağların artık suç zinciri ile örülmesi sonucunu çıkarır.



Son noktayı koyarken filmin en önemli cümlesi olduğunu düşündüğüm repliği tekrarlamak istiyorum: “bir çocuğu büyütmek için bir toplum gerekiyorsa onu taciz etmek için de bir toplum gerekir.”



Çocukları koruyabildiğimiz ve otoritelere boğun eğmediğimiz günleri görmek dileği ile.




 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Veda ve Vefa

Sevgili Ali, Kör kuyularındaki sessizliğim, içimdeki yangının yorgun alevi Ali. Cennetle cehennemin sınırında tüm günahlarımı mağrur bir...

 
 
 
ÇOCUKLUK

Uyuyan çiçeklerin düşleri gibisin hülyâmda Engin denizlerinde bir dalgaya karışır sevdâm ve nazenin bir gülü, kurak bir özleme yâr eder...

 
 
 
NEM'SİN

Bir akşamüstü hasretliğinde sana ağlarım Isınmayan ellerim gibi sana uzak yerim Yağmur düşen gözlerim sana vurgun Bilmem, neyim olursun...

 
 
 

Comentários


Post: Blog2_Post
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn

©2018 by GençKalem. Proudly created with Wix.com

bottom of page