BEKLEYİŞ
- Firari
- 18 Kas 2020
- 5 dakikada okunur
Gece, tam da göğsünün üstünde derin bir hıçkırık gibi nefesleniyor, boğazından dilinin ucuna zerk eden bir hırıltıda kendi sessizliğini boğuyordu. Kesik kesik rüyaları, hiç sabah olmayacakmışçasına bir tedirginliği ağırlarken nihayet uyanmış, el yordamıyla açtığı pencereden soluklanarak taze hava ile içindeki ayazı dindirmeye çalışmıştı. Soğukla beraber üşüyen bedenine karşın, uykulu atmosferin bir nebze olsun ısıttığı benliği ile yatağa geri dönmek istemiş fakat bir türlü uyuyamamıştı.
Şimdi yatağın ucundaydı, ayaklarını yumuşak parkeye basarak oturmuş, sağ tarafını yatak başlığına yaslayarak pencereden dışarı bakıyordu. Kasım’ın esintisi ile hafif hafif aralanıp yüzünü okşayan tül perdeyi kirişin sonuna kadar çekmişti, sokak lambalarının, penceresindeki çıplak yansımasına gözleri takılırken derin derin nefes verdi. Karşı duvardaki analog saatin tiktakları gürültülü bir iş makinası gibi ruhunu çiviliyor, apartman borularından gelen bilye yuvarlama sesleriyle birleşerek adeta onu çıldırtacak gibi oluyordu. Oysa o sadece geceyi dinlemek istiyordu. Gördüğü manasız ve kopuk rüyalar zaten zihninde yeterince gürültü yapmıştı; her birisinin sonunda bir tren ıslığı görkemli şekilde kükrer, boğuk bir görüntüde giderek yükselen bir sesle beynini delip geçerken onun sıçrayarak uyanmasına sebep olurdu. Uyandığındaysa elinde kalan; sövdüğü bir karanlık ve tutunamadığı avuçlarındaki hissiz bir sıcaklık…
Kalktı, bir battaniye aldı, bir sigara yaktı. Küllüğünü, pencerenin altında, yatak başlığının hemen yanındaki komodine yerleştirirken battaniyesine sıkıca sarındı. Tek nefeste yarıladığı sigaranın dumanını bulutsuz siyahlara doğru salarken komodinin çekmecesini açtı: yerini şaşırmış boş hap kutuları, içinde en yakın arkadaşının vesikalığını taşıdığı cüzdanı, artık kullanılmayan kablolar, müsveddeye çevirdiği defterler, sinemalardan arta kalan ucuz 3D gözlükler, yarısı erimiş tealight mumlar… Gerilerde kalmış bir defteri yokladı, elbette ki defterin orta sayfalara doğru aralık duran yeri, kağıdı sıkıştırdığı yerdi. Senelerdir aynı yerinde durmasına nazaran onu her yoklayışında aynı tedirginliği ve emin olamadığı o anlık heyecanı yaşardı. Her sene aynı günde onu çöllere savurup kızgın kumlarda yaktıktan sonra buz kayalıklarına atan bu kağıdı böylesine ortalık, böylesine dağınık bir köşeye sıkıştırması bu sararmaya yüz tutmuş yaşlı kağıda olan öfkesinden miydi… ya da zihninin derin bir yerinde, küçük bir çocuğun telaşla tutunacak o yuva dolu eli aradığı kalabalık sahneyi, çocuğun ellerinden tutarak tüm kalabalıkları yıkıp yeryüzü dolu bir sarılmayla bitirdiği o belli belirsiz hayali beslediği için miydi bilinmez. Kendi bile bilmezdi. Aslında bilirdi ama itiraf etmezdi. Bildiklerini uzunca susuşlarına saklar, dalıp gitmelerinde mana bulurdu. İtiraf etmezdi, ederse öfkesine ihanet ederdi, yarasını göstermiş olurdu, harp meydanında zırhsızca oklara göğüs açmış olurdu. Etmezdi. Edemezdi. Rüzgar esse süzülecek gözyaşlarını dudaklarını sıkarak, güç bela yutkunarak içine akıtır; içindeki kor ateş öfkesine can suyu verirdi.
Tereddütlü eli defterin kapağında bir müddet dolaştı, nihayetinde aralık sayfadan kağıdı çekip çıkardı. Bir nefes daha aldı sigarasından. Elindeki katlanmış, kat yerleri artık iyice damarlanarak yırtılmaya yüz tutmuş kağıda baktı. Zihninden istemsizce, ezbere bildiği o cümleleri tekrarlarken kağıdı açtı, yine yine yeniden okudu. Okudukça hatırladı, okudukça unuttu. Hissizdi. Sanki yolda yürürken okuduğu bir tabela yazısı zihninde kalmış da onu tekrarlarmış gibiydi. Ya da kendini öyle kandırdı.
Başını kaldırdı, son külünü silkelediği sigarasını küllükte ezerek söndürdü, ara vermeden diğerini yaktı. Dumanını yine sessizliğe doğru salarken gözü, mahallesindeki ışığı yanan birkaç eve takıldı. Işığı yanan evler… Gecenin ayazlı, kasvetli karanlığında ne de güven dolu ne de sıcaktılar. Ne vakit, dünyada onca yer varken sığınacak tek bir mesken dahi bulamadığı olsa bir başına elleri cebinde, kabanının fermuarını boğazına kadar çekip sessiz bir yürüyüşe çıkar, sokak sokak ışığı yanan bir ev arardı. Yürür, yürür, yürüdükçe o evlerin hikayesini hayal eder, hayal ettikçe bir yaşam biçtiği o evlerde içini bir yuva sıcaklığının sardığını hissederek güven dolu bir dünyaya adımlarını atardı.
Döndü, elindeki nota yeniden baktı. İtiraf etmese de kalbinin kuytu bir yerinde bilirdi ki; aslında ne zaman bu kağıdı okusa gece vakti ışığı yanan bir ev görmüş gibi olurdu.
“18.11 - 18:30”
Belli belirsiz bir hayalle gülümsedi, gülümsediğini fark edince somurttu. Böyle yapınca, yüzyıllardır kafasına vura vura bastırmaya çalıştığı o içindeki “şey”e sis perdesi çektiğini sanar, yalancı bir rahatlamaya kendini bırakırdı. Zaten kendine hiç izin vermemişti.
Sigarasını söndürdü.
Kalktı, akşam yatmadan yatağın üstünden halıya doğru savurduğu terliklerini bir bir odanın içinde bularak giydi, oda kapısının demir kolunda kendi soğukluğunu hissederek kapıyı açıp banyoya gitti. Yüzünü yıkarken, lavabonun üstündeki plastik çerçeveli küçük aynadan arada kendine bakıyor, öfkesini özlemine harman eden bu yüze “belki” diyordu.
Kot pantolonunu giydi, üzerine siyah boğazlı bir kazak geçirdi. Sonra yine “kendini fazla bıraktığı bir hayale” küfrederek kazağını çıkardı; dönüşte yine elinde kalan bir avuç hayal kırıklığı olursa sert rüzgar bunu iyice iliklerine çarpsın diye her sene olduğu gibi ince bir gömlek giydi. Komodine döndü, küllüğün yanına bıraktığı, pencereden gelen esintiyle ucu hafifçe sallanan notu avucunda katladı, buz camlı oda kapısının arkasına asılı kabanının cebine koydu, daha sonra kabanını da giyip evden çıktı.
Gün ışığı ağarmaya başlamış olsa da aslında onun vaktine daha çok zaman vardı. Bu zaman aralığı, kendisine nasıl geldiğini tanımlayamadığı, her adımında biraz daha kaybolduğu bir yokuştu; hem maratonları aşarcasına, uzak bir ufuktan karaya kavuşurcasına koşarak gitmek istediği bir saat hem de alabildiğine kaçıp uzaklaşmak istediği bir cehennem..
Yürüdü, yürüdü. Kah durdu, geri dönmek istedi, kah durdu içindeki fırtınaya “ver yansın” dedi, yürüdü. Konuştu, kavgalar etti, yorgun düştü. Konuştu, şefkatle konuştu, ellerini uzattı, o küçük çocuğa dokundu. Konuştu, ağladı. Yürüdü, sarıldı.
Yürüdü.
Tren istasyonuna vardığında saat henüz 18.00 idi. Bekleme salonunda bir bank kestirdi gözüne, gidip oturdu. Pek kimse yoktu; öğrenci olduğu belli olan valizli birkaç genç, yanında memleket kokan eşyalarıyla bir iki teyze ve amca, kitap okuyan orta yaşlı bir kadın, gişede bilet almaya çalışan genç kız…
Gözleri bilmediği bir noktaya dalmış otururken, elleri cebinde durmadan kağıtla oynuyordu. Nihayetinde durdu, sağ elini cebinden çıkarıp saate baktı: 18.22. Tam 8 dk kalmıştı. Diğer eliyle cebinden kağıdı çıkardı, sanki kimsenin görmesini istemezmişçesine avucunun içine buruşuk şekilde açarak yeniden, yeniden özlemle, umutla, o çocuksu telaşıyla okudu:
“18 Kasım, 18.30 treniyle seni almaya geleceğim. Küçük bir çanta hazırla yeter, babana çaktırma, 10 dk öncesinde istasyonda ol.”
Oysa kendisi gibi babası da gideli ne kadar zaman olmuştu. Sabaha karşı, arkadaşlarının sarhoş yığınını kapının önüne atıp gittikleri babası, dayağından bayıldığı babası, evde oturup “ne yapıyorsan yap bana yemek getir” diyen babası… Annesi giderken kendisini de götürmek istemiş ama babaya yakalanınca kendi canını zor kurtararak güç bela yalın ayak evden kaçmıştı. Ne zaman sonra bir komşuları avcunun içinde bu notu gizlice kendisine vermişse o zamandan bu yana her sene aynı tarih, aynı saatte tren yolunu gözlerdi. Beklerdi, beklerdi.
Yıllarca beklediği gibi yine bekledi. Trenin ıslığını duymuştu, midesinden boğazına doğru yükselen ateş sanki tüm benliğini sardı, orada alev alev yanmaya başladı. Ayağa kalktı, o sürgülü, gelen yolcu kapısının ağzına doğru titrek bacaklarıyla ilerledi.
Gelen giriyor, kimisi bekleyenine sarılıyor, kimisi bir başına hiçbir yere bakmadan doğruca çıkışa gidiyordu.
Bekledi.
Yolcular bitti, istasyon görevlisi çağrısını yaptı.
Bekledi.
Tren ıslığını yeniden çaldı, harekete hazırlandı.
İstasyon görevlisi bir çağrı daha yaptı.
Bekledi.
Tren hareket etti. Islığını bir kez daha çalarken gök delindi. Ya da delinen bir çocuk kalbi miydi, bilinmezdi.
Kapıdan geçip bağırmak istedi, sadece bağırmak, kendini sığdıramadığı boşluklara bağırmak; öfkeyle, üzüntüyle, yalvarmayla, özlemle, yalnızlıkla. Avazı çıktığı kadar, ses telleri yırtılana kadar, trenin ıslığını bastırana kadar.
Ellerini cebine soktu, sessiz sedasızca başı önde istasyondan çıktı. Yürüdü, kabanının fermuarını sonuna kadar açtı, bir avuç hayal kırıklığını rüzgar iliklerine çarparken üşüdü, üşüdü.
18 Kasım 2020
Çarşamba
03.42
Comentários