top of page

SANCI

  • Yazarın fotoğrafı: Firari
    Firari
  • 7 Ara 2020
  • 5 dakikada okunur

Topuk sesleri karanlığı döverken adımlarını her saniye biraz daha hızlandırıyordu. Hava soğuktu, yüzüne çarpan ayaza karşın siyah, şişme kabanının fermuarını boğazına kadar çekmişti. Elleri yumruk vaziyet cebinde, başı öndeydi; tıpkı film sahneleri gibi, çocukluğundan bugüne hayatını tanrı gözünden izleyeceği şeritleri sanki kirli ve yalnız sokaklarda arıyor ama elinde avucunda kalanın yalnızca soğuk parkeler olduğunu görünce hayal kırıklığına uğruyordu.

Nefessizdi, yorgundu, ne de olsa giderayaktı. Oturduğu banktan hışımla kalkmış, geceyi delercesine, bir ok gibi, geriye başını çevirmeden fırlamıştı; yayına yükünü koyarak, telaşını yumruk ellerinde sıkarak, donmaya yüz tutan kelimelerini okun ucuna zehir gibi sıvayarak... Yine susmuş susmuş, bir akbabaya benzettiği bu dünyadan sakınırcasına sırlarını koynunda saklamıştı. Sakladıkça ezilmiş, sakladıkça kamburlaşmıştı. Bu kambur öylesine ağırdı ki ayağa kalktığı zaman ne geride bıraktığını görebilirdi ne de başını alacalı göklere çevirebilirdi. Yalnızca yürür, beyninin içindeki gürültüye sessizliğini harman ederdi.

Yine hararetli bir yürüyüşle koşar adım ilerliyordu, daralan nefesi ile çift kat taktığı maskesini çenesine indirmişti. Ne yapıyordu ya da ne yapacaktı, bilemiyordu. Ağladığı belli olmasın diye hıçkırıklarını içine doğru çekmeye çalışıyor, gözyaşları daha pınarındayken hemen kazağının manşetleriyle onları siliyordu. Bir yandan her bir kelimeye farklı senaryo biçtiği diyalogları kafasında döndürüyor, bir yandan geridekini düşünüyordu. Adam, kendisinin sadece yürüyerek açtığı mesafeyi koşarak kapatmış, şimdi yanında konuşmadan soluk soluğa yürüyordu. Bir müddet böyle devam ettiler. Bu sessizlik, bu tiz varlığı ile kulakları tırmalayan sessizlik ikisini de boğacak gibi oluyor ama buna rağmen tek kelime etmiyorlardı.

Caddeler boş sayılırdı, zaten bir iki saate kalmadan sokağa çıkma yasağı başlayacaktı. Esnaf yavaştan toparlanmaya başlamıştı, insanlar son işlerini görüyor, her biri ayrı yere dağılıyordu. Adam ve kadın da, birbirine karışan ezan sesleri arasında bu sıradan hayatların yanından geçerek kendi benliklerine doğru yol alıyorlardı.

Caddenin karşısına geçip, yukarı ana caddeye doğru yol kenarı kaldırımdan yürümeye devam ettiler. Biraz sonra sağa yönelecek, ana caddenin art ardına tırlar, kamyonlar, arabalar geçen gürültüsünde kendi sessizliklerini bastıracaklardı. Yolun sonunda, caddenin artık aşağıya doğru sarkmaya başladığı kavşağın bitiminde bir park vardı; içinde hem bir çocuk heyecanı barındıran oyuncakları ve aynı zamanda nice ayaküstü öpüşmelerle ısınıp, mahzun ayrılıklarla soğumuş, yolunu kaybetmiş selamları derinine bağlamış hikaye dolu kamelyaları ile kendi halinde bir park.

Parka vardıkları zaman adam usulca kadının koluna girdi. Adımlarını yavaşlattılar. Sokak lambalarının loş ışığı altında park, sanki gözyaşıyla yıkanıp aşkla kurulanmış kadar masum geldi kadının gözüne. Kamelyalar boştu, oyuncaklar dingin ve çimler boyuna yağmur yemiş deniz misali sonbaharın rüştünde… Usulca bir kamelyaya yöneldiler. Banka oturduklarında adam kadına iyice sokularak, sanki kadının yıllardır sokak sokak aradığı bir affı kollarında bahşedercesine ona sarıldı; evvel gibi, ahir gibi. Kadının ise sessiz gözyaşları devam ediyordu. Nihayetinde, sessizlikleri artık iğne gibi zamana batmaya başlamışken “bunun için ağlamıyorum.” dedi. Ne için ağlamıyordu? Neye ağlıyordu? Hangi kuruntu uzaktan, rüzgarda uçan kağıt gibi gelip de gönlünde bir kıvılcımda tutuşmuştu? “konuştuklarımız için ağlamıyorum” diye yineledi. Bir ok gibi caddelere düşmeden önce tartışmışlardı. Kadının geçit vermeyen surlarına adamın defalarca toslayıp bıkmasından, her seferinde yeniden aynı duvarda kanamasından tartışmışlardı. “Ne için ağlıyorsun öyleyse?” diye sordu adam. “Bilmem” diye omuz silkti kadın. “Çocukken hiç ağlamadım, eksik kalan hıçkırıkları telafi ediyorumdur belki de.”

Doğru, çocukken hiç ağlamamıştı. Hep bir yetişkin misali üstlendiği hayatı ile çocukluğuna boyuna es vermişti. Ne bir salıncaktan düştüğünde ağlayabilmişti ne canı yandığında anne diye bağırabilmişti. Erken kırılmıştı hevesi. Yılları devirmiş ama hala ketumluğundan bir parça ödün vermemişti. Veremediği ödünler birikmiş birikmiş, orta yerinde kalbinin kurumuş bir ağaç gibi çorak topraklara köklenmişti. Kırgındı, en çok çocukluğuna kırgındı.

“Neden ağlamadın?”

“Bilmem” diye yineledi kadın. Nefesini verdi, adamın, omzunu saran kolunun ağırlığı altında kendi hafifliğini hissetti.

Adam bir müddet caddeden akan trafiği seyretti. Neden sonra, başını çevirip “hani” dedi bozuk bir sesle; “hani bir çember vardır insanın çevresinde. Aslında geniş ve güçlüdür ama sen o insana yaklaştıkça o çember de küçülür, gücünü kaybeder. Nihayetinde yok olur, içeri girersin, o insana dokunursun, ruhuna dokunursun, bir bütün olursun. Tam diyorum, işte tamam diyorum, bu sefer o yakınlıktayım artık diyorum ama sen her seferinde beni yeniden yeniden o çemberin dışına atıyorsun. Başa dönüyoruz. Ne zaman bana izin vereceksin? Ne zaman bana anlatacaksın?..” Sitemkardı, öfkeliydi.

Adam konuşmaya devam ederken kadın onu seyretti. Yeniden gelmesinden korktuğu o konuşma tekrarlanıyor, içine harlı ateşleri salıyordu. Kaçış yerleri arıyor, içinde koşuyor koşuyor, ne vakit uçurum kenarına gelince yüzünde dalgaların soğuk esintisini hissediyordu.


Keşke bilseydin. Keşke sana anlatabilseydim.


Şimdi yeniden susmuşlardı. Kadın adamın kolundan sıyrılarak öne doğru eğildi, yüzü avuçlarının arasında, parke taşlarına doğru bakışlarını kaçırdı; sesler beyninde soluklaşıyor, varlığı soyutlanıyordu..


Bir sırrım var kimsenin dokunamadığı. İçimde yanan, yandıkça kalbimin dört duvarını ateşler içinde bırakan. Nereden gelir, neyden beslenir…

Dünyanın neresindeyim, hayatın hangi çıkmaz sokağında kan şafağını arıyorum, hiçbir zaman bilemedim. Bir yanılgı olarak geldiğim bu dünyada ne benliğimi bulabildim ne yaşantıma mana biçebildim. Neredeyim? Yaşamaktan ne zaman vazgeçtim?

Bir zihin tutukluğu yaşıyorum, aşması güç.

Aklım firari, ruhum firari.

Şarapneller gibi dolaşıyor zihnimde körkütük düşünceler. Ve ben her sabah yenilgi dolu bir savaş meydanında yeniden aynı silahlarla vuruluyorum. Yorgunum, kanamalıyım. Bütün acılarımı eteklerime doldurup koşsam diyorum, dizlerimi kanata kanata. Ufukları bulamıyorum. Kayıbım, yitiğim. Bir başımayım.

Hem yalnız kalmak istiyorum, binlerce yıl, dünyadan sıyrık, kuytu köşemde. Acıdan ve merhametten uzakta, insanlardan uzakta. Hem de cümle alem içinde, midemi bulandıran bu dünyaya kabul görmek istiyorum, insanları istiyorum. İnsanlar diyorum.. Ne vakit yarım kalmış bir cümle bıraksam yüreğimde, gerisini cam kırıkları ile tamamlayan insanlar. Her gün ‘insanlığın’ idam sehpasındaki o son tekmesine alkış tutan insanlar. Hayatı fabrikalarda arar gibi aynı maskenin altına sığınanlar.. Kalabalıklarda kaybolanlar..

Ne zaman bir insana ‘merhem!’ diyerek ağlamak istesem gülünç ve acınası bir çemberin içinde kendimi buldum. Ne zaman sevgimi göstermek istesem zayıflığım zannettiler de gardımı en saf yerimden aldım. İşte o zaman duygularımı herkese kapattım. Mekaniğe alıştım. Fabrikalara alıştım.

Bilmiyorum. Hiç anlamadım. Hiç anlaşılmadım.

Anlasam ne olurdu? Eninde sonunda onlardan biri değil miydim? Geceler boyu hayatın burnundan getirmek için kinlenen ben değil miydim? Ne vakit sokakta gülen birisini görsem mutluluğuna söven, zayıflığına bilenen ben değil miydim?

Bu çelişki… Varlığımdaki bu çelişki midemi bulandırıyor. Boyuna aynaları kırmak ve cam kırıklarını yutmak istiyorum. Kanadıkça kanamak, bağırdıkça bağırmak istiyorum.

Anlaşılmak? Ah birilerine anlatabilsem şu deli hallerimi, bir paylaşabilsem korkmadan. İnsan işte, ne yaparsın, anlatmak istiyor.

Ama ben kuruntularımdan kurtulamıyorum.

Bir deliyim. Kimsenin varlığını bilmediği bir deli. Her an zihnimde senaryolar yazıp kendimi hüzne boğmaktan haz alıyorum. Acıdan keyif alıyorum. Ve ama aslında nefret ediyorum. Sevilmek istiyorum, köpek gibi bir yalnızlığım kuytu köşemde yuvam olarak dururken. Sevmek istiyorum.

Seni seviyorum.

Gitgellerim içinde, kalbimin kıyılarına korkuluk diye bellediğim yalnızlığıma tutunarak seni seviyorum. Dünyada var olacak bir yer bulamadığımda, kuruntularım içinde başka başka senaryolarda boyut bulurken… ve her gün aynı delilikte.. ben seni seviyorum.

Bunları sana hiçbir zaman söylemeyeceğim.

Ama keşke bilsen.

Keşke söyleyebilsem.


Yeniden geriye yaslandı. Geçen sessizlik adamın da sitemini bastırmış, yerini usulca ruhları okşayan sevgiye bırakmıştı. Başını çevirdiğinde dudakları adamın dudakları ile buluştu, uzunca birbirlerini öptüler. Kadının içinde kıvranan sancı bir anlığına dahi olsa yumuşamıştı, dizlerini kanatarak koştuğu mesafelerde sanki sokak lambaları aydınlanıyordu. Saate baktılar, yasağa az kalmıştı. Kamelyadan kalktılar, adam hala bir yerlerde, çemberin varlığını hissediyor olsa da bunu dile getirmeyerek anın kişiselliğine kendini bıraktı.

Kadının evi ne de olsa parka yakındı, varmış sayılırlardı. Evin önüne geldiklerinde adam kadının yüzünü avuçlarına alarak burnuna bir hoşça kal öpücüğü kondurdu. Kadın içinden ne kadar ‘gitme’ dese de susuşlarına yenik düşerek yüzünde sahici bir gülümsemeyle adama elini salladı. Yeniden buzdan dünyasına adım atarken belki bir kez daha diyerek adamın arkasından bakakaldı,

ama adam arkasını dönmedi.





7 Aralık 2020

Pazartesi

00.57


Son Yazılar

Hepsini Gör
TARÇINLI KURABİYELER

Fırından gelen yanık kokusu, apartmanı bir yangın dumanı gibi sararken son dakikada gerçek bir yangını engellercesine fırını kapattım....

 
 
 
BEKLEYİŞ

Gece, tam da göğsünün üstünde derin bir hıçkırık gibi nefesleniyor, boğazından dilinin ucuna zerk eden bir hırıltıda kendi sessizliğini...

 
 
 
BİR AYRILIK GÜNLÜĞÜ *3

26.10.2014 "100 yıllık bir menteşenin arkasından, nazlı nazlı salınarak bahara can veren saçlarından tanıdım seni. "Hmm nereye saklandı...

 
 
 

Commentaires


Post: Blog2_Post
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn

©2018 by GençKalem. Proudly created with Wix.com

bottom of page