top of page

TARÇINLI KURABİYELER

  • Yazarın fotoğrafı: Firari
    Firari
  • 23 Kas 2020
  • 10 dakikada okunur

Fırından gelen yanık kokusu, apartmanı bir yangın dumanı gibi sararken son dakikada gerçek bir yangını engellercesine fırını kapattım. Fırının kapağını açtığımda yüzümü yakan dumanın arasından simsiyah topak parçalar seçiliyor ve ben her biri için cömertçe ayrı küfürler savuruyordum. Aslında pişirme süresini ve derecesini, senelerdir hatırımda kalan o ezbere sayılara ayarlamaya çalışsam da artık yılların, varlığını yavaş yavaş yok ettiği göstergeler silinmiş, geriye de körlemesine çevrilen düğmeler kalmıştı.

Tepsiyi bir havluyla tutarak alıp bangoya serdiğim sofra bezinin üstüne yerleştirdim. Dibine tutmuş kurabiyeleri tahta bir kürekle kazırken bir yandan saate bakıyor, diğer yandan, anıları sıvalarının arkasında bir sır gibi, bir mahzen gibi saklayan duvarlarda çocukluğumun sesini dinliyordum; bir çocuk, yalınayak odasından fırlarken bir genç kız misali koridorda yürüyor, yürüdükçe büyüyor, nihayetinde salonda elinde valiziyle gururlu ve buruk bir veda konuşmasını yapıyordu. Konuşurken kimi zaman babası ağlamaklı oluyor, kız ise onun bu haline içerlenerek ona bunun gerçek bir veda olmadığını anlatıp, vakur ama hüzünlü bir gözyaşında fotoğrafladığı o uzun hayatı ona gösteriyordu. Sonra gülümseyip “ben zaten sana sırf tarçınlı kurabiyeleri yapmak için sürekli geleceğim” diyor, o bunu dedikçe babası şefkatle bir daha bir daha kızına sarılıyordu.

Geride odasını, hiç eskimeyecek fotoğraflarını, içine her bir tasvirden bir hayat bahşettiği dünya dolu kitaplığını ve tarçınlı kurabiyelerini bırakarak eşikten çıkmış, çıkarken başını bir an olsun geriye çevirse dilinden dökülecek o yaşları, başını hiç çevirmeyerek dilinin ucunda kilitlemişti.

O günden bugüne tam 7 yıl geçmişti. Aslında derin beklentilerle, kariyer hedefleriyle, belki günün birinde, hayatın rastgele bir noktasında çocukluğunun saf hayalleri ile yüreğinde sakladığı o “adam”ı bulmayı bekleyerek çıktığı bu yolda ne kendini bulabilmişti ne de rüzgarda savruk hayatına yön verebilmişti. “Zaman” diyordu, “biraz daha zaman”...

Salondaki saatin buçuğu vurmasıyla irkilerek kazımayı bıraktım, fırını çalıştırmadan önce içinden boşalttığım tepsilerden birini aldım. Vaktim azalıyordu, geç kalamazdım. Uzun zaman olmuştu beni çağıralı aslında ama iş güç derken vakti çokça sarkıtmış, sorumsuzluğumun bedelini ise nihayetinde annemin arayıp endişe ve korkuyla “acele gel” demesindeki yürek yangınıyla ödemiştim. “Ne zaman başlamış, ne durumdaymış” diye sormaya kalmadan, annemin, dünyanın gürültüsünü sessiz sedasızca sonlandıran fısıltıyla o “son evre” diyişi, tam ortasında bir yere göğsümün o yumruyu oturtmuştu. Bilmezdim o güne kadar kelimelerin ağırlığı olduğunu ve “dünyayı sırtlanırım” sanan insanın iki kelimenin altında un ufak olabileceğini.

Eve vardığımda kapıyı annem açmıştı. Uzun uzun bir sarılmadan sonra mutfağa geçip asıl konudan olabildiğince kaçarak oradan buradan sohbetlere dalmıştık. Neden sonra artık çayın şekerli son yudumunu da içip dibine çay yaprakları yapışan bardağı avucumda sıkı sıkıya tutarken “Nasıl başladı” diye sordum. “Yani ne zaman fark ettiniz de hastaneye gitti ya da doktor ne dedi, ne durumdaymış şuan, nasıl süreç izlenecekmiş”

-Zaten geçen seneden bu yana bir öksürük tutturdu gidiyor. Kaç defa dedim git şu doktora bir görün diye. Aman yok bir şey dedi gitmedi. Ya dedim altından bir şey mir şey çıkar, geç kalırsın, kurtaramayız da valla.

-Ee ona rağmen gitmedi mi?

-Yok gönderemedim. Bimiyor musun zaten babanın sorumsuzluğunu. Büyükbaban böyleydi, bir şey yok diye diye bak amcanı böbreklerinden hasta etti de gitti.

-Ee ne zaman gitti peki?

-Çarşıdayken yine öksürüğü tutmuş, ellerini kapatırken bir bakmış eli olduğu gibi kan. Hasan varmış yanında o demiş abi bir hastaneye gidelim diye. Beraber onun arabasına binip gitmişler, eğitim araştırmaya. Acilden doktor yönlendirmiş onkolojiye. Orada film falan çekmişler ciğerlerden. Doktor “ben öncelik verdim, sonucu hemen alırsın, gitme” demiş, o ara beni aradı, dedi durum böyle böyle. “ee” dedim, “ben dedim sana, bunca zaman gitmedin, bak gör başımıza geleni”, bana diyor telefonda “ ya tamam bir de sen başlama”. Sonucu almışlar aşağıdan, hemen yarım saatte çıkmış, adam filme bir bakmış demiş ki senin acil yatışını yapmamız lazım, ileri seviyedesin, bu zamana kadar niye gelmedin sen, geç kalınmış bu.

Sesi titrerken, öfkeyle üzüntü arasındaki bir kararsızlıkta dolmaya başlayan gözlerini sildi.

-Yani işte, böyle yani durumlar anlayacağın kızım.

-E peki tedavisi nasılmış, ne kadar yatacakmış, ameliyata falan girmeyecek mi ne dedi doktor?

Annem bu sefer öfkesinin daha ağır bastığı bir el hareketiyle sağ elini hıncahınç açarak havaya doğru salladı: “Ne ameliyatı! Ne ameliyatı, doktor dedi ki o kadar geç kalmış ki bu vakitten sonra ben ameliyata alamam bunu, sarmış her tarafını. Yatışını yapacağız, artık hastanede ilaçlarla onla bunla bir şekilde tedavisini devam ettireceğiz, sonuç ne olur bilmiyorum.

-Sarmış mı?

-Sarmış tabii, kemiklerine kadar sarmış, bu bugüne kadar nasıl ayakta kalmış dedi doktor hayretle.

Eliyle gözyaşlarını sildikten sonra su bardağındaki çayından bir yudum daha aldı. Yeniden gözlerini sildi.

-Başka bir doktora da görünseydi, belki ameliyatla falan iyileştirecek birisi çıkar.

-Başka doktora görünsen ne yazar, bizim aşağıdakine sordum, Suzan’a, anlattım durumu, dedim böyle böyle sarmış diyor, özele falan mı gitsek, ne yapalım biz bununla diye. Ne kadar ilerlemiş diye sordu, dedim iliğine kadar kanser, iliğine kadar!

Son sözlerini, bu sefer iki elini de iyice germiş vaziyet bana doğru sallayarak söylemişti. Sonra yeniden yaşlarını sildi; biraz hüznü, kırgın bir öfkeyi ve elemi ağırlayan masaya önce dirseklerini yasladı sonra kollarını da masaya indirerek anlamsız bir noktaya bakışlarını çevirdi:

-Bu vakitten sonra hocam, ameliyat etse doktor nereyi hangi birisini edecek, o safhayı çoktan aşmış, ancak ilaçlarla, kemoterapiyle devam edecek dedi. Doktoru falan sordu, biliyormuş adını, çok iyi bir doktora denk gelmiş zaten, başka yere gitmeyin sakın, bunda devam edin dedi.

-Babam nasıl peki şuan, durumu falan?

Zihnindeki düşünceleri bölercesine başını çevirip boş bakışlarını gözlerimle buluşturdu:

-Hı?

O arada bir yandan burnunu çekerken diğer yandan masanın sağ köşesindeki peçeteliğe uzanarak bir peçete aldı, gürültülü şekilde burnunu temizledi.

-Babam nasıl diyorum, iyi mi şuan?

-Yarın git gör işte.

-Ne git gör anne, zaten gideceğim, durumu nasıl onu soruyorum, nasıl göreceğim gittiğim zaman babamı.

-İyi iyi, merak etme, konuşuyor, sohbet ediyor

diye neredeyse fısıltıyla konuşurken başını onaylarcasına aşağı yukarı sallıyor, bir yandan gözleriyle tavandan duvarlara mutfağı geziyordu.

-Bir şey yiyebiliyor mu, yarın sabahtan kurabiye yapıp götüreceğim, kaç zamandır telefonda kurabiyeni özledik, annen beceremiyor, seninkini özledim diyip duruyordu.

-Valla önceden yiyordu, ben yediriyordum hastane yemeklerinden ama son birkaç gündür doktor izin vermiyor, serumla besliyorlar. Ama sen yine de yap götür, görsün hiç olmazsa, ne olur ne olmaz Allah korusun, içine dert olmasın sonra.

Derin bir nefes verirken sanki mazideki dağlar göğsüme göğsüme yıkıldı da gıkım çıkmadan belli belirsiz “tamam” dedim. Elimdeki bardağın beli avucuma iyice oturmuş, dibinde kurumaya yüz tutan yapraklara bakarken gece ilerledi, ilerledi.


Yeni tepsiyi çıkartırken bir yandan kapta hamuru hazırlıyor, olabildiğince hızlı hareket etmeye çalışıyordum, ziyaret saatine az kalmıştı. Alelacele yağladığım tepsiye top top hamurları koydum, tepsiyi fırına verirken bu sefer saatimi kurdum. Hamur topları fırının içinde tepsiye doğru yayılırken hemen odama koştum, üzerime bir pantolon, bir kazak geçirdikten sonra banyoda saçlarımı tarayıp yeniden mutfağa geçtim; tam da vaktinde yetişmiştim. Telefonun alarmı öterken fırından tepsiyi alıp yine bangoya yerleştirdim, üzerine bir havlu örttüm. Üst raftaki dolaptan derin, plastik bir kap çıkartıp dibine peçeteleri serdikten sonra tepsiden kurabiyelerimi aldım, kaba yerleştirdim. Bir çanta poşete hazırladıktan sonra dış kapının ağzına koydum, vestiyerden uzun siyah kabanımı çıkardım; babamın en sevdiği, ne zaman giysem “güzeller güzelim” diye beni sevdiği kabanım. Dış kapıyı açmıştım ki annem bir poşeti daha elime tutuşturdu; “şunlar da gidecekti, unutmadan sana vereyim.”

-Ne bunlar? diye sordum.

-Birkaç parça kıyafeti, ben gelirken unuturum diye sana verdim, hadi çık, geç kalma.

Koşar adım indim merdivenlerden. Tam apartman kapısından çıkmıştım ki vaktinde önümden geçen dolmuşa el sallayarak durdurdum, en arka koltuğa, cam kenarına oturdum. Dolmuş durup kalkarak ilerlerken sanki akrep yelkovan birbirini kovalamayı bırakmışçasına zamanı diretiyor, dakikalar geçmek bilmiyordu. Neden sonra “eğitim araştırmada inecek var mı” diye seslenen şoförün çağrısına “evet” diye bağırıp dolmuştan inerek sağa sola dahi bakmadan yolun karşısına, hastane kapısına doğru yol aldım.

Merdivenlerden soluk soluğa çıkarken, aklıma kazınan kapı numarası gözümün önüne geldiğinde içimi tuhaf bir heyecan kapladı. Neredeyse kalbimin atışlarını beynimde hissediyor, tepeden tırnağa bir üşüme ile titriyordum. O zamana kadar bedenimi saran bu koşuşturma, şimdi yerini bir ağır çekime bırakmış, her adımımda biraz daha yavaşlayan tiktaklara dönüşmüştü.

Odanın kapısını titreyen bir yumruk ile tıklatarak açtım. Geriye doğru açılan kapıdan sadece yatağın ucu görünüyordu. “Baba” diye seslendim içeriye doğru. Sesim sandığımdan çok daha güçlü ve umut verici çıkıyordu: “Ben geldim”

İçeriden gür ve gülümseyen bir ağızdan çıktığını hayal ettiğim, adımın seslenişi geldi; “Eylül!”

Nihayet kolonu dönüp onunla yüz yüze geldiğimde, gülümseyen yüzlerimizde sanki çölleri aşıp da vahayı görmüş bir gezginin mutluluğu ve rahatlaması vardı. Başucuna vardım, yılların yıprattığı ve anılarını yüzündeki kırışıklıklara doldurduğu yüzü artık daha bir solgun ve kemikliydi. Zayıflamıştı.

-Hoşgeldin kızım, dedi gülümserken. Oksijen maskesini çıkarmış, nefesleri boğazında bir iğne gibi birikirken o cesaretle, meydan okurcasına konuşuyordu.

-Hoşbulduk baba, bak sana ne getirdim.

Çanta poşetten kabı çıkardım, kapağını açtığımda içeriye dağılan tarçın kokusu, yorgun gözlerinde uzak bir özlemi resmederken “vay benim güzel kızım” dedi ağlamaklı bir sesle.

-Hep derdin ya özledim kurabiyeni, ne zaman yiyeceğiz bir daha diye, ben de dedim gelirken getireyim, buralarda ağzın tatlansın.

Gülümsedim, damar girişi açılmış elini tuttum.

-İyi yapmışssın kızım, şöyle koy şuraya, başıyla hemen başucundaki komodini işaret etti. İki cümle anca kurmasına nazaran yorulmuş, sesi hırıltılarda boğulmaya başlamıştı. Kabın ağzını kapatarak işaret ettiği yere yerleştirdim. Elini bırakmıyordum.

-Neden daha önce gelmedin baba doktora, annem söyledi, o kadar inat etmişsin.

Belli belirsiz, tam duyamadığım bir sesle “aman boşver” gibi bir şeyler söyledi. Sonra elime daha bir sıkı sarıldı, yavaşça kendini yukarı doğrultmak isterken maskesini yeniden taktım. “Ara ara dinlen biraz, yoruyorsun kendini” dedim, o gülümsemeye çalışırken yatağını kaldırdım, hafiften oturur vaziyete getirdim. Biraz oksijenle dinlenirken gözlerimiz kenetleniyor, yüzümüzdeki gülümseyiş ile aslında konuşmaya devam ediyorduk. Ne çok solgundu, ne çok yorulmuş ve yıpranmıştı. Yüzümdeki gülümseyişi silmemeye çalışırken boğazıma dizilen yumrular daha da büyüyor, sanki içten içe gırtlağımı parçalayarak beni nefessiz bırakıyordu. Onu böyle görmeye tahammül edemiyordum. Kimseye yenilmeyen, güç dolu, güven dolu babamı böyle yenik görmeye tahammül edemiyordum.

Bir zaman sonra diğer elini ağır ağır maskesine götürerek maskeyi yeniden çıkardı. Çıkardığı gibi bir nefes aldı.

-Canım kızım, dedi. “Sen artık kocaman bir kızsın, senden bir şey saklayacak halim y…” Son kelimesi balgamlı öksürüğüne yenik düşmüştü. “Tamam, tamam” diyerek maskesini geri takmak istedim ama yine diğer eliyle dur işareti yaparak beni susturdu, maskeyi geri çekti.

-Dur da konuşayım az, iyiyim. Pek zamanım yok zaten, vakit gelmişken konuşayım.” Göğsü inip kalkıyor, her kelimesinden sonra derin derin nefesleniyordu.

-Neye vaktin yok baba, vaktimiz bol. Hele bir çık da şuradan uzun bir süre buradayım zaten, uzun uzun sohbetlerimize sakla diyeceklerini.

Belki de ben bile inanmazken söylediklerime başımı fayanslara doğru çevirdim. Başımı eğdiğimi görünce sıkıca tuttuğum elini çekti, ağır ağır yüzüme kaldırarak yanağımı okşadı. Gülümseyip, yüzümü eline doğru yaslarken diğer elimi elinin üstüne koydum, yavaşça yatağa doğru indirdim.

-Canım kızım, dedi yeniden. “biliyorum, çok vaktim yok. İyi ki geldin, seni görmeden gitseydim gözüm açık kalırdı. Günlerce, gecelerce pencereden yolunu gözleyerek seni bekledim, kendimi sana hazırladım.” Yeniden öksürdü, hırıltılı boğazına söz geçirmeye çalıştı.

-Elbet bir gün o son çizgiye gelecektim, bundan korkmuyorum, o çizgiye yaklaşırken geride bıraktığım hayatı ayak izlerime kazıyarak dünyaya selam ediyorum. Artık o çok beklediğim akşam güneşini batırmanın vakti geldi.

Canım kızım, sanma ki yolcular sadece bavullarını alarak giderler bu şehirden. Kimisi yüreğini koyar bavuluna, arkasındaki anıları bir hiçliğe teslim ederek, başı önde, kırgın gider. Kimisi dünya halini alır, yüreğini geride kalanlara emanet eder. Ben bütün dünya halini topladım da, dünyada, şu uçsuz yaşamda ne varsa insanın kalbine yara açan, hepsini bavuluma koydum, sana yüreğimi emanet ettim, canım kızım. Dünyadaki bütün kötülükleri senin için bir bir avcuma topladım, sakındım, sana çocukluğumu, gençliğimi, aşkımı teslim ettim. Emanetimi yalnız senin avuçlarına koymaya ahdettim. Her zaman hayattaki en büyük gururum ve sevincim oldun. Bir an bile sana sahip olmaktan yorulmadım, bir an bile seninle arşa eren başımı eğmedim. Seni kucağıma aldığım o ilk an, o anı hiç unutmadım. O andan sonra nefeslerim daha bir anlamlı, kalbimin atışları dünyayı döndürürcesine daha bir güçlü çıktı bedenimden. Ben seninle yaşadığımı, evrenin varlığını kanımda, damarlarımda hissettim. Kucağımda kaybolan o minicik halinle başlayan aşkım, şimdi sen, karşımda genç bir kadın olarak otururken aynı tutkuyla devam ediyor. Biliyorum, gitme vaktim geldi. Ama sanma ki senden vazgeçtim, sanma ki seni terk ettim, canım kızım. Ne zaman baba desen, ne zaman bana gelmek istesen bil ki ben hep aynı gücümle, aynı sevgimle yanında olacağım. Geceler boyunca yine üstünü örtmeye geleceğim. Ne vakit bana ihtiyacın olsa yine yanında biteceğim. Bunu hiç unutma, senden vazgeçmiyorum. Anneni sana emanet ediyorum, kendinize çok dikkat edin. Sen bana kurabiyelerini yapmaya devam et, o kokuyu her aldığımda yine yanında olacağımı, alamadığım vakit yine “annen yapamıyor, seni özledik be kızım” diye hayıflanacağımı bil. Seni çok seviyorum canım kızım, bunu hiç ama hiç unutma.

Artık nefesi tamamiyle bitiyor, göğsünden bir kablonun bağlı olduğu makina ağıt edercesine ötüyordu. Titreyen ellerimle maskesini yeniden ağzına takarken, kayan gözlerinin yavaşça kapandığını görüyordum. “Baba” diye seslendim. “Baba uyan”. Anlamsızca, kendimi kaybeder gibi vücudunu sallarken odaya bir fişek gibi dalan hemşireler ve doktorlar beni kucaklayıp kapının dışına doğru itti, içerdeki sesler ile yüzüme kapanan kapının soğukluğuyla bir başıma kaldım.


Oysa sen beni hiç kapı önlerinde bir başıma bekletmemiştin. Hiç, can havliyle sarıldığım kapılarda, eşiklere sırtını dönüp sesimi öksüz bırakmamıştın. Şimdi neden, neden gidişlerin? Neden bu daracık mesafede sana koşmak istediğim yollar böylesine uzun uzadıya ve sesim sanki uzak dağlara çarparak kaybolurcasına...

Oysa sesimi duyduğun zamanlarda ben sana hiç “seni seviyorum” diyemedim. Bir ordu taşır gibi heybetli göğsünde bana kucak açtığın zaman sağ tarafıma kalbini mıhlarcasına sana sımsıkı sarılamadım. Şimdi sağ tarafımdaki inceden bir ağrıyla başlayan boşluk nasıl dolacak? Bir hayalet gibi dilimin ucunda yaşayan o kelimeler hangi hayalde vücut bulacak?

Oysa bilmezdin, kollarında kaybolurken küçük kızın, zihninde ne maceralara göğüs gerer ne savaşlardan zaferle çıkardı. İyice gömüldüğüm o vakur, güçlü kucakta bilirdim, 40 atlının saldırısında bile bana hiçbir şey olmazdı. Şimdi 40 atlının karşısında sırtımı nereye dayayacağım baba? Kime koşacağım? Nereye, nereye gidiyorsun küçük kızını bir başına dünyanın haline bırakarak?

Ne çok “oysa”lara sığdırdı hayat, hiç geçmez sandığım bir parça ömrü, bir çırpıda. Oysa bilmezdin, ben seninle zamanın durduğu yüzyıllar yaşadım. Elini tuttuğum zaman yanında çocukluğumla, gençliğimle yürüdüm. Çocukluğumda, kordonun güneşli havasında kıpkırmızı elbisemin içindeyken ilk adımların heyecanıyla sana koşmuştum da beni yakalayışınla kahkahalarımız gökyüzüne karışmıştı. Gençliğimde aynı adımlarla, bu sefer elimde tarçınlı kurabiyelerle yine sana koştum da beni niye kapı önlerinde bıraktın baba?

Şimdi gözlerim, salıncaktan düşmüş bir çocuğun hıçkırığı kadar dolu ve ellerim yine, yolunu kaybetmiş bir çocuğun korkusu kadar titrek…

Sanmam ki yolcular sadece bavullarını alarak giderler bu şehirden… Bana biraz yol bırak ki baba, nizamsız kaybolduğum bu yollarda adresimi bileyim. Bana biraz çocukluğumu bırak ki hıçkırık dolu gözlerimi sileyim. Bana biraz sen bırak ki kör kuytularda yuvamı bileyim..

Şimdi ne olur duy sesimi ve dinle geç kaldığım bütün anları: Seni seviyorum baba, seni seviyorum!


Yüreğimdeki harlı ateş dilimi yakıyor, gözlerimden akan yaşlar onu söndürmeye yetmiyordu. Renkler karışıyor, gölgeler akıyor, sanki bir perde arkasından gelen boğuk sesler, hayatımın fonunda dönen bozuk bir plakmışçasına kulağımda cızırdıyordu.

Odanın kapısı bir açılıp bir kapanıyor, telaşlı hemşireler ve doktorlar hararetlice yer değiştiriyorlardı.

Bu hareketlilikten korkarcasına adım adım geri giderek nihayetinde soğuk duvara yaslandım ve olduğum yere çömeldim. Kucağımda sımsıkı tuttuğum kaba baktım, hevesle ağzını açarken boğuk seslerin yavaşça kısıldığını duydum. Sessizlik, sağır edici sessizlik bir pus gibi koridora sinerken kapı, yüreğimi çizen bir gıcırtıyla açıldı.

O sırada beyaz önlüğü ölüm işleyen gergef misali bir doktor kapıdan çıktı, görmemezlikten geldim. Bana doğru tedirgin adımını attı, sırtımdaki duvarın soğukluğu içime işlerken saklanacak hiçbir yer bulamadım. Yavaşça yürüdü, o yürüdükçe ayak sesleri bir deprem gibi yeryüzünü salladı. Yürüdü, duvarlar sırtıma yıkıldı, yürüdü, enkaz altında “sesimi duyan var mı” diye bağıran kalbim cevapsız kaldı.

Tıpkı yorganın altına saklanmışken en korkutucu rüyasına yakalanan bir çocuk gibi sinmiştim duvar dibine. Şimdi o rüya, karşımda göz hizama çömelmiş, benim dilimi yakan ateş onun dudaklarına henüz telaffuz edilmemiş o soğuk cümleleri yerleştirirken minik avuçlarım terliyor, ter damlaları kıpkırmızı elbisemi ıslatıyordu. O soğuk cümleler pus gibi sessizliğe karışırken tarçınlı kurabiyelerin kokusu hastaneyi sarıyordu.



23 Kasım 2020

Pazartesi

03.38


Son Yazılar

Hepsini Gör
SANCI

Topuk sesleri karanlığı döverken adımlarını her saniye biraz daha hızlandırıyordu. Hava soğuktu, yüzüne çarpan ayaza karşın siyah, şişme...

 
 
 
BEKLEYİŞ

Gece, tam da göğsünün üstünde derin bir hıçkırık gibi nefesleniyor, boğazından dilinin ucuna zerk eden bir hırıltıda kendi sessizliğini...

 
 
 
BİR AYRILIK GÜNLÜĞÜ *3

26.10.2014 "100 yıllık bir menteşenin arkasından, nazlı nazlı salınarak bahara can veren saçlarından tanıdım seni. "Hmm nereye saklandı...

 
 
 

Yorumlar


Post: Blog2_Post
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn

©2018 by GençKalem. Proudly created with Wix.com

bottom of page