top of page

Squid Game Üzerine

  • Yazarın fotoğrafı: Firari
    Firari
  • 16 Eki 2021
  • 8 dakikada okunur

Merhaba!

Bugünkü yazımda son günlerin en popüler dizisi Squid Game’den bahsetmek istiyorum. Diziyi birkaç gün önce bitirdim, dizi zihnimde hala canlı iken de bir an önce kendi düşüncelerimi kaleme dökmek istedim. Aslında uzun bir süredir sinema üzerine yazılar kaleme almayı düşünüyordum, başlangıç Netflix’in Kore fırtınasıyla olacakmış demek ki. Sinema üzerine ilk inceleme yazım olacağı için biraz heyecanlıyım. Yazıya başlamadan önce belirtmek isterim ki bir eleştirmen veya sinefil değilim, sadece dizi/film izlemeyi seven ve beyaz perdeyi takip eden bir izleyiciyim. Yani sıkıcı teknik terimlerden uzak, masumane bir masa başı sohbeti yapacağım. O zaman haydi başlayalım!

(Yazıda bölüm bölüm ilerleyeceğim ve karakterler üzerine konuşacağım için, eğer ki diziyi bitirmediyseniz aşağısı spoiler kaynıyor, benden söylemesi)

Öncelikle genel manada düşüncelerimi paylaşacak olursam sürükleyici, olayları uzun uzadıya işleyip de insanı sıkmayan, tadında işlenmiş bir diziydi. Hani yorgun bir günün ardından, yatağa uzanıp, dinlenirken açtığınız diziler vardır, işte Squid Game tam da o kıvamda; zihni yormayan, meraklandırıcı ama diken üstünde tutmayan, tahmin edilebilir, çoğu yerde kendini klişelere bırakan bir yapım. Yani diziyi beğendim ama “voov” tepkisi de vermedim. Konu olarak ele aldığımızda da bence özgün bir senaryosu yok. İnsanların para için, ölüm kalım savaşında canlarını korumak için neleri yapabileceğinin hikayesini daha önce birçok kez izledik. Squid Game’de bunun organize bir “çocuk oyunları” içinde gerçekleşiyor olması onu orijinal yapar mı, sanmam. Zaten para için bir oyunda yaşam savaşı vermenin hikayesini The Hunger Games seneler önce işlemişti. Genel olarak konu(çok zorlu bir yaşam içinde para için ölümü göze almak) ilerleyen bölümlerde insanların gruplar halinde hareket etmesi, grupların hem birbirleri ile hem kendi içlerinde ölüm savaşı vermesi, dik başlı ve gizemli bir kadın karakter, kötü kalpli ve salak bir erkek anti lider, korunmaya muhtaç karakter, oyuncuların hayatı üzerine bahis oynayan ve ölüm savaşını zevkle izleyen vip izleyiciler ... Baktığınızda aslında ne kadar da Hunger Games değil mi?

Özgün olmayışının yanı sıra, ana fikir olarak verilen “geçim sıkıntısı insana her şeyi yaptırır” mottosunun yavan bir şekilde işlenmesini de ne yazık ki bir sistem eleştirisi olarak alamadım. Çünkü bu düşünceyi destekler nitelikte, insanın ekstrem durumlarda neler yapabileceğine yönelik soyut, bilimsel, sosyolojik ve psikolojik çalışmalara gönderme göremediğim gibi, karakterleri bu “çulsuz” duruma düşüren adaletsiz sistemin de detaylıca işlendiğini göremedim. Ayaküstü geçiştirilen borç içinde yaşam sahneleri, ardından gelen “zaten dışarıda dursam da parasızlıktan öleceğim, en azından oyunu deneyeyim” mesajının içini bence boş bıraktı ve bu boşluğa birazdan anlatacağım diğer klişeler de eklenince dizi ilkeli, anlama dayanan bir bütünlükten ziyade günübirlik mahalle sözleri üzerinden (Para her şeydir. O kadar yani işte, para her şeydir) şekilllenmeye başladı.

Şimdi biraz karakter değerlendirmeleri yapalım. İyiler hep iyidir, kötüler hep kötüdür! Nasıl, tanıdık geldi değil mi? Tıpkı Fox Tv (kesinlikle bir kanal reklamı değildir!) akşam kuşağı dizisi misali. Tamam, belki bu abartı bir örnek ama demek istediğimi anlatıyor bence. Zaten karakterlerin neredeyse hepsini tanıyorsunuz: Hepimiz bir dönem Show Tv’de akşam 11’den sonra yayınlanan filmleri izledik değil mi (çekinmeyin, şurada biz bizeyiz); bir grup insan çeşitli sebeplerden ötürü bir araya gelir ve teker teker ölümler başlar... Grupta kimler vardır?

1) Başrolümüz Gi-Hun: Tertemiz yürekli saf abimiz. Beş parasız, tefeciye kadar borcu var. Ama at yarışından vazgeçti mi, hayır. Eline geçen en ufak parayı da çevresiyle paylaşacak kadar yardımsever. Ha, bununki biraz kerizliğe kayıyor ama olsun. Tanıdınız değil mi, en zor zamanda bile iyilikten vazgeçmeyen o saf ve temiz karakter.

2)Sae-byeok: Grubun gizemli ve ciddi kızı. Asla gülmez, şakaya gelmez, her daim (affınıza sığınarak) “kodum mu oturturum” havasında, suç geçmişi olduğunu en baştan hissettirir, suskunluğu ile oldukça karizmatiktir, ama dizi ilerledikçe dürüstlüğü ve yardımseverliği ortaya çıkar. Bu karakteri ilk olarak Lost’ta Ana Lucia ile tanımıştım. O zamandan bu yana nerede görsem bu kızı çok severim. Seni de sevdim bebeğim Sae. Yukarıda bahsettiğim gibi Katniss Everdeen’in de bu karakterdeki telifini verip diğer karaktere geçelim.

3)Jang Deok-su: Aptal mafya lideri. Bencil, etrafındaki üç beş, sadık gibi gözüken ama aslında olmayan yalaka müridi ile sataşmadığı insan kalmaz, ölene kadar sizi sinir eder. Ve evet, mutlaka ölür.

4) Uppa kadın: Bunun adını bilmiyorum. Sadece çığırtkanlığı aklımda. Grupta hemen mafya liderinin takımına yanaşan, liderin yalakası, kendine yer edinmeye çalışan aşüfte kadın. Hemen her filmde mafya takımına girdiği ilk dakikalarda liderle cinsel münasebeti olur ve biraz zaman ilerledikten sonra liderin kendisinden çıkar sağlayamadığı ilk anda takımdan atılır. Çığırtkanlığı kafa beyin bırakmaz. Ve evet, o da ölür.

5)Sang-Woo: Korece isimler biraz zor olduğu için bu karakterden yazının ilerleyen kısımlarında “boğaziçili” olarak bahsedeceğim. Kendisi Güney Kore’nin en iyi üniversitesinden mezun, ciddi ve zeki halleri, gizemli havası, sadece yeri gelince konuşması ile karizmatik bir doğal lider gibidir. Ama onun gizemi ile sert kadın karakterindeki gizem arasında bir fark vardır. Çünkü ilerleyen zamanlarda bu karakterden bir kötülük çıkacaktır, bunu bilirsiniz.

6)Ali Abdul: Grubun en çok kas gücüne sahip ama aynı zamanda saf olan elemanı. Yardımseverliği ile en baştan birilerini kurtarır, kahramanlık yapar ama bilirsiniz ki birileri onun saflığından yararlanarak onu alt edecektir.

Diğer karakterleri tanımlamaya şimdilik gerek yok, başrolleri paylaşan ve sahnede en çok gözüken bu isimleri tahlil etmemiz, dizinin karakter performansını değerlendirmek açısından yeterli olacaktır. Hepsini nasıl da tanıdınız değil mi? Dolayısı ile bir sonraki adımlarını tahmin etmek çok da zor değil. Bu da dizide sürükleyicilik konusunda durağan bir nokta oluşturuyor. Kısaca, karakter yazımları biraz çiğ kalmış diyebiliriz.

Gelelim bazı mantık hatalarına. Liderin odasındaki dosyalarda gördüğümüz kadarıyla bu oyun senelerdir oynanıyor. Bizim, hikayesine dahil olduğumuz sezonda ise, ilk oyun oynandıktan sonra doğal olarak herkes oyunu bırakmak istedi ve bıraktılar. Her sezonda bırakmamış olabilirler ama illaki oyuncuların oyunu terk ettiği seneler olmuştur. Yahut başka bir yönden bakacak olursak oyuna ikinci gelişlerinde 456 oyuncunun tamamı dönmemişti. Başrolümüz oyundan çıktıktan sonra ilk iş olarak polise gitmişti ama polisten alaylı bir tepki alıp evine döndü. Böyle bir ihbarı polisin ilk defa duymuş olması tuhaf değil mi? Önceki yıllarda oyunu bırakanlar, şimdiki oyunda oyuna geri dönmeyenler... Bu ihbarı sadece Gi-Hun mı yaptı?

İkinci olarak, Gi-Hun'ın peşine düşen polisin bu kadar kolaylıkla içeri sızabilmiş olmasını hatırladıkça zihnimde Fatih Portakal “aklımla dalga geçme” diye haykırıyor. Sen o kadar büyük bir organizasyon yap, milyon dolarlar harca, bünyende onca silahlı asker çalışsın.... Ama ama sadece bir kart görüp kartın peşine düşen bir polis rahatlıkla senin içine sızsın. Olacak iş mi? Polis ilk olarak arabayı takip etmeye başladığında sürücü asker takip edildiğinin nasıl farkına varmaz? Üstelik gece yarısı, bomboş sokaklarda, arkanda farları sonuna kadar açık bir araba tam da senin dibinden gelirken. Hele ki limana vardıklarında, polisin uluorta gemiye doğru koşarak gelip arabanın arkasına saklanması... Mesela ben, kent kartım olmadan turnikeden geçemiyorum, her turnikenin başında güvenlik görevlisi olduğu için. Ama polisimiz, yılların mafyasının meskenini bir araba ve 2 metrelik koşu ile çözdü. Vallahi helal olsun!

Şimdi biraz da oyunun içine girelim. Bir sahnede askerlerden birisi doktora “birkaç askerin kaybolması sorun değil ama bir oyuncunun kaybolması büyük sorun” dedi. Akışa baktığımızda da sabah sayımı hariç, askerlerin nerede ne yaptıkları üzerinde çok durulmuyor gibi hissettiriyor. Mesela polis, kare maskeyi taktığı zaman, yuvarlak maskeli olan 29 numaranın nerede olduğu sorgulanmadı veya göze çarpmadı. Askerler, oyunun içinde bulunup oyuna hakim olan kısım olmalarından ötürü gizliliği en çok korunması gereken ve denetimi en sıkı şekilde yapılması gereken tarafı oluşturuyorlar bence. Çünkü bir askerin firarı tüm organizasyonu bertaraf edebilir. Birkaç askerin kaybolması nasıl sorun olmaz, anlam veremediğim bir nokta.

Zaten, mantık hatasından ziyade “neden burasının ucu seyirciye kapalı kaldı” diye düşündüğüm, dizinin boşluk bıraktığı noktalardan birisini de askerler oluşturuyor. Kim bu insanlar? Nasıl asker olarak seçildiler? Böyle bir görevi üstlenmeleri için onlara da tıpkı oyuncular gibi para mı vaat edildi? Aralarındaki hiyerarşik düzen neye göre belirlendi? Maskelerindeki sembollerin anlamı ne? Dizi bu gibi soruların cevabını boş bırakıyor. Soruları devam ettirecek olsam: polisin kardeşi olan liderin, vip izleyicilerin, oyunun kurulması ve yaratıcısı hakkında çok az bilgi verilse de genel manada oyunun hikayesi hep boşluklu bırakıldı. Kim bilir, belki diğer sezon gelirse bu soruların cevabını o zaman öğrenebiliriz.

Konuyu çok dağıtmadan gözüme çarpan birkaç mantık hatasına daha geri dönmek istiyorum. Kırmızı ışık yeşil ışık oyunu oyuncular için bir şoktu ve oyuncuların neredeyse yarısı ölmüştü. Bu şok ve ölüm korkusuyla, yatakhaneye döndüklerinde ilk olarak Uppa kadın askerlere merhamet ve salıverilme için yalvarmaya başlamıştı. Muhtemelen salıverildikten sonra da paçayı zor kurtardıklarını düşünüyorlardı. Oyuna geri dönüşlerinden sonraki Uppa kadının değişimi bana çok yapay geldi. Önceki oyunda hayatı için dizlerinin üstünde askerlere dilenen ve hala da oyunun işlenişini tam bilmeyip (mesela birbirlerini öldürmenin serbest olduğunu sonradan öğrendiler) hayati tehlikesi devam ederken askerlere karşı çığırtkanlığının başlaması fazla absürt bir durum. Şeker oyunundan bir önceki geceki tuvalet sahnesi desem anlarsınız herhalde. Neyse, biz yine de işte feraset, işte cesaret diyelim.

Oyun sonunda da kahramanımız yüklü bir miktar para kazanıyor. Tabii ki bir türk 128 milyar doları etmez ama o da kazandı işte üç beş bir şey. Oyundan sonra para, şampiyonun adına açılan bir banka hesap numarasına aktarılıyor, şampiyon da ağzında kredi kartıyla sokağa atılıyor. Hatta hesabın açıldığı banka çalışanı, Gi-Hun ile görüşmeye geliyor, en değerli yatırımcısı olduğu için. Yahu kimse sormuyor mu bu paranın değirmeni nerede? Kara para aklama nerede? Parayı çalıştırmadığı için göze batan bir durum yok gibi gözüküyor. Peki banka, hesaba geçen bu parayı hiç mi sorgulamıyor?

Sorular sorular, böyle akıp gider. Şimdi yüzümüzü biraz da yazının başından bu yana belirttiğim “klişe” durumlara çevirelim. Mesela misket oyunu dersem hemen de anlayacaksınız değil mi? Ah yavrum Gi-Hun, başka bir oyuncu: “takım olamayan elenir, o da muhtemelen ihtiyar olur” diyince hemen nasıl da sarıldı bey amcasına! Bir düşünelim, sıradaki oyunun ne olduğu bilinmiyor. Öncesinde halat yarışı gibi kas gücüne dayalı zorlu bir oyun atlatılmış ve yine takım oyunu olacak. Bey amcamız beyninden tümörlü, yani ne aklına ne gücüne güvenebilirsiniz. Tek bir hatanın ölümle sonuçlandığı bir oyunda, yalnızca birkaç gün önce tanıştığınız ihtiyar bir adamla alakalı vicdanı muhakemenize yenilmek, yine “iyilikten ödün vermemek” klişeden başka nedir? Tam bu eleştiriye devam edip, cümle sonunu 19. Yüzyıl romantizmine bağlayacaktım ki oyun devam ederken Gi-Hun beni şaşırttı. Hakkını yemeyelim, ihtiyarın aklı oyun esnasında gidip gelmeye başlayınca “iyilik meleği” rolünü bırakıp, bu durumu lehine kullandı, e iyi de yaptı tabii. “İyi hep iyidir” şiarını kırdığı bir nokta olarak, klişe başlayan bir durumu sonradan “beklenmez” kılmak iyi bir manevraydı bence.

Peki misketten devam edecek olursak, sert ablamız ve ji-yeong eşleşmesi bizi başka bir klişeye götürür mü? İkisinin takım olmasından bahsetmiyorum elbet, hatta ikisinin eşleşmesi, süre bitimine kadar aralarında geçen sohbet, ikisinin içselliğine dair bilgiler edindiğimiz güzel sahnelerdi. Fakat bu sohbette, birbirlerinin amaçlarına dair bilgiler edindikten sonra bir tarafın diğer tarafın amacına boyun eğmesi ve kendini feda etmesi... ımmm... sanki biraz klişe olmuş, ne dersiniz?

Gelelim bizim Boğaziçiliye. Ben bu adama çok kızamıyorum açıkçası. Oyuna ikinci defa girildi ve bu girişte oyunun işlenişi herkes tarafından biliniyordu. Herkes bir noktada ölümü ve bu yarışı kabul etti. Ve ahlaki değerleri eşikte bırakarak oyunun kapısından girdi. O zaman herkes sadece kazanmak için uğraşacak değil mi? Sang-Woo da bunu yaptı. Mesela öfkemizi kenara bırakarak bir değerlendirme yapacak olursak, ışıklar söndükten sonra sadece savunma yaptı, kimseye saldırmadı. Miskette oyunu kuralına göre oynadı: şiddet göstermeden misketleri rakibinden aldı. Cam oyununda da önündeki adamı atmasaydı, bir kişinin hareketsizliği yüzünden hepsi ölecekti, üstelik sona bu kadar yaklaşmışken. Ne yapsaydı? Hem adam oyuna arkadaş bulmaya mı geldi, millete kendini feda etmeye mi yoksa kazanmaya mı? Mesela Gi-Hun da ihtiyarın gel gitlerinden faydalanarak onu kandırıp misketleri toplamıştı. Oyunun kuralı bu: ne olursa olsun hayatta kal!

Evet, topladığı antipatiyi hak edecek bir kısmı da var: son bölümde, gece, yaralanmasından faydalanıp kızı öldürmesi. Ama er meydanında da değiller değil mi? Hem mottomuz ne idi: parasızlık insana her şeyi yaptırır!

O nedenle Sang-Woo'nun daha adil değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Karakter analizini zaten yapmıştık, ek olarak bu noktada sadece intiharını konuşacağım. Zamanla içindeki kötüyü serbest bırakan zeki liderimiz sona yaklaşırken kazanma arzusu ile daha da hırslanır. Fakat sona geldiğinde, kaybetmek üzere olduğunu fark ettiği an tüm yaptıklarından pişman olur ve kendi cezasını kendisi keserek ölümü tercih eder. Evet ben de sizin gibi, bu sahneyi kaç finalde izledim, sayı veremiyorum.

Neyse, klişe konusunu kapatalım artık. Yazımı yavaş yavaş sonlandırırken bir noktadan daha bahsetmek istiyorum. Buna ne klişe diyebilirim ne mantıksızlık ne başka bir şey. İçimde şaşkınlık var sadece. Elimden gelseydi karakterleri karşıma oturtup bunu onlara sormak isterdim. Karısı ölen adamı hatırlarsınız değil mi? Genel olarak hangi sorudan başlayacağımı da bilmediğimden bocalıyorum, direkt gireyim o zaman: Abi siz ne yapıyorsunuz? Karı koca ne işiniz var böyle bir ortamda? Üstelik ikinci defa geldiniz, oyunun kurallarını ve işleyişini de biliyorsunuz. Elbet birinizden biri ölecek. İnsan birinizi dışarıda bırakmaz mı, hiç mi geriye dönerken bir plan dahilinde hareket etmediniz? Karısını kendisi öldürmeseydi bile ikisinden biri mutlaka ölecekti, kayıp anında intihar edeceksen sen direkt ölmek için gelmişsin. Çok ilginç. Anlam veremediğimden hala aklımdaki nokta atışı yapan soruyu soramadığımı düşünüyorum ama neyse. Öyle diyelim biz.

Uzun uzun sohbet ettik, artık yazıyı sonlandırayım diyorum. Toparlayacak olursam bu eleştirdiğim kısımlar haricinde genel hatlarıyla diziyi beğendim. Şu aralar hepimizin ihtiyacı olan, farklı bir konudan sürükleyici bir mini dizi ihtiyacını güzelce karşıladı. Oyunculuk konusuna değinmedim, zaten genel manada çok iyi olduğunu da düşünmüyorum, bununla ilgili diyeceğim tek anekdot “eh işte” olurdu.

Ben konuşurken çok keyif aldım, umarım sizin için de keyifli bir sohbet olmuştur. Kaçırdığım noktalar veya farklı fikrinizin olduğu kısımlar varsa seve seve başka bir sohbette bununla ilgili buluşmayı isterim.

Daha başka sinemalarda buluşmak üzere, hoşça kalın.



16 Ekim 2021

Cumartesi 23:40

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Veda ve Vefa

Sevgili Ali, Kör kuyularındaki sessizliğim, içimdeki yangının yorgun alevi Ali. Cennetle cehennemin sınırında tüm günahlarımı mağrur bir...

 
 
 
ÇOCUKLUK

Uyuyan çiçeklerin düşleri gibisin hülyâmda Engin denizlerinde bir dalgaya karışır sevdâm ve nazenin bir gülü, kurak bir özleme yâr eder...

 
 
 

Comments


Post: Blog2_Post
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn

©2018 by GençKalem. Proudly created with Wix.com

bottom of page